Yuval Noah Harari’den 2050 yılının insanlık için neler getireceğine dair

“Değişimin hızı arttıkça, insan olmanın anlamı da değişime uğrayacaktır. Bu esnada da aşina olduğumuz fiziksel ve bişişsel yapılar buharlaşacak ve yok olacaklardır”

Programlamayı (coding) unutun – çocuklara öğretilebilecek en iyi beceri yeniden keşfetmektir.

2050 yılının insanlık için neler getireceğine dair yazılan bu yazı Harari’nin Sapiens adlı kitabından alıntılanmıştır.

 

Birinci Bölüm: Kalıcı olan tek şey değişimdir

 

İnsanoğlu öngörülmemiş devrimlerle yüzleşmektedir, eskiye dair hikayelerimiz parçalanmakta ve bu hikayelerin yerini alacak yeni bir hikaye henüz ortaya çıkmadı. Kendimizi ve çocuklarımızı böylesine öngörülmemiş dönüşümlerin ve radikal belirsizliklerin olduğu bir dünyaya nasıl hazırlayabiliriz? Bugün doğmuş bir bebek 2050 yılında 30 küsür yaşında olacak. Eğer her şey yolunda giderse, o bebek 2100 yılında hala hayatta olacak ve hatta 22. yüzyılın aktif bir vatandaşı bile olabilir. Bu bebeğe 2050 yılında ya da 22. yüzyılda  hayatta kalmasına veya başarılı olmasına yardımcı olacak ne öğretebiliriz? Bu bebek, iş bulabilmek için ve dünyada neler olduğunu anlayıp bu hayat labirentinde yolunu bulabilmek için ne gibi becerilere ihtiyaç duyacaktır?

Maalesef, kimsenin 2050 yılında dünyanın nasıl görüneceğini bilmediği için – 2100 den bahsetmiyorum bile – bu soruların cevaplarını bilmiyoruz. Tabii ki insanlar geleceği hiç bir zaman tam tamına tahmin edebilmiş değiller. Fakat bugün geleceği tahmin etmek daha önce olduğundan daha zor; teknoloji sayesinde vücudu, beyni ve aklı tasarlayabildiğimiz için artık hiçbir şey hakkında kesin bir görüşe sahip olamıyoruz – buna daha önceleri değişmeyen ve kalıcı olduğunu düşündüğümüz şeyler dahil.

Bin yıl önce, 1018’de, insanların gelecek hakkında bilmedikleri çok şey vardı ama toplumun temel özelliklerinin değişmeyeceğini düşünüyorlardı. Eğer 1018 yılı Çin’inde yaşasaydınız, 1050 yılında Song İmparatorluğu’nun çökebileceğini, Khitanlar’ın kuzeyden saldırabileceğini, vebanın milyonları öldürebileceğini bilebilirdiniz. Fakat, 1050 yılında bile çoğu insanın çiftçilik ve dokumacılıkla uğraşacağı, hükümdarların orduları ve bürokrasileri için insanlara ihtiyaç duyacağı, erkeklerin hala kadınları domine edeceği, yaşam beklentisinin hala 40 yaş civarı olacağını ve insan vücudunun hala aynı kalacağı aşikar olarak düşünüyordu. Dolayısıyla 1018 yılında, maddi durumları kötü olan Çinli ebeveynler çocuklarına pirinç ekmeyi ve ipek dokumayı öğretti, zengin ailelerse oğullarına Konfüçyüs klasiklerini, kaligrafiyi ve at üzerinde savaşmayı, kızlarına ise mütevaziliği ve itaatkar birer ev hanımı olmayı öğrettiler. Bu becerilerin 1050 yılında hala gerekli olacağı barizdi.

Çizim: Britt Spencer

 

Zıt olarak, bugün Çin’in veya dünyanın geri kalanının 2050 yılında nasıl görüneceği hakkında hiç bir fikrimiz yok. İnsanların hangi işle uğraşacaklarını bilmiyoruz, orduların veya bürokrasinin nasıl işleyeceğini bilmiyoruz, ve cinsiyet (kadın/erkek) ilişkilerinin nasıl olacağını bilmiyoruz. Bazı insanlar büyük ihtimalle çok daha uzun yaşayacak ve insan vücudu büyük ihtimalle biyomühendislik ve  beyin-bilgisayar bağlantılı arayüzü sayesinde öngörülmemiş bir devrimden geçecek. Çocukların bugün öğrendiği birçok şey 2050 yılında alakasız kalacak.

Şu anda, birçok okul bilgi tıkıştırmaya odaklanıyor. Geçmişte bu mantıklıydı çünkü bilgi sınırlıydı, ve minicik bir bilgi damlası bile defalarca sansürleniyordu. Diyelim ki 1800’lerde Meksika’da bir taşra kasabasında yaşıyor olsaydınız, dünya hakkında çok şey bilmeniz zor olurdu. Radyo, televizyon, gazete veya halk kütüphaneleri yoktu. Okuma bilseniz ve kütüphaneye erişiminiz olsa bile roman ve dini parçalar dışında okuyacak pek bir şey yoktu. İspanyol İmparatorları baskıları ağır bir şekilde sansürlüyordu ve onaylanmış yabancı baskıların sadece bir kısmını ithal ediyordu. Bu Rusya, Hindistan, Türkiye ve Çin için de geçerliydi. Modern okullar ortaya çıktığında her çocuğa okuma yazmayı, temel coğrafyayı, tarih ve biyolojiyi öğreterek büyük bir gelişme imkanına sebep olundu.

Tersine, 21. yüzyılda muazzam miktarlarda bilgi akımına sahibiz ve sansürler bile bu bilgilere erişimimizi engelleyemiyor. Bunun yerine, yanlış bilgi yayıyorlar veya gereksiz şeylerle dikkatimizi dağıtıyorlar. Eğer Meksika’da bir taşra kasabasında yaşıyorsanız ve bir akıllı telefonunuz varsa, hayatınızın büyük bir kısmını sadece Wikipedia okuyarak, TED konuşmalarını izleyerek, bedava online kurslara katılarak geçirebilirsiniz. Hiçbir devlet beğenmediği bir bilgiyi gizlemeyi umamaz. Öteki taraftan, toplumu çelişkili raporlarla oyalamak korkutucu bir şekilde kolay. Dünyanın her tarafından insanlar Halep’teki bombalamaların son durumlarına veya Antarktika’daki buzulların erimelerine sadece bir tık uzaktalar ama o kadar çok çelişkili ifadeler var ki neye inanacağınızı bilmek zor. Ayrıca, birçok başka şey de  sadece bir tık uzağımızda ve bu da bizim konsantre olmamızı zorlaştırıyor; politika ve bilim karmaşık göründüğü zaman ise, kedi videolarına veya magazine yönelmemiz daha cazip gelebiliyor.

Böyle bir dünyada, bir öğretmenin ihtiyaç duyduğu son şey öğrencilerine daha fazla bilgi vermek. Zaten öğrenciler gereğinden fazla bilgiye sahipler. Bunun yerine, insanlar bu bilgiden anlam çıkarmayı öğrenmek, gerekliyle gereksizin arasındaki farkı belirleyebilmek, ve bunların ötesinde, bütün bu bilgi parçacıklarını dünyanın “büyük resmiyle” birleştirebilmeleri gerekiyor.

Doğrusu, bu durum yüzyıllarca batının liberal eğitim fikrinin idealiydi fakat şu ana kadar çoğu batılı okul  henüz bu ideali yerine getirebilmiş değil. Öğretmenler, öğrencilerine veri gösterip onları “kendileri için düşünmelerine” teşvik etmekle yetiniyorlar. Otoritercilik korkuları sebebiyle, liberal okullar da büyük anlatılardan korku duyuyorlar (horror of grand narratives). Çocuklara birçok veri ve biraz özgürlük vererek çocukların dünya hakkında kendi resimlerini çizeceklerini varsayıyorlar ve bu jenerasyon bütün bu verileri sentezlemeyi başaramayıp, tutarlı ve anlamlı bir dünya resmi çizemese bile bunu düzeltmek için gelecekte yeterince zamanın olacağını zannediyorlar. Fakat zamanımız doldu. Önümüzdeki birkaç on yıl içinde vereceğimiz kararlar geleceği belirleyecek ve bu kararları şu anki dünya görüşümüz ile vereceğiz. Eğer bu jenerasyon evrene dair kapsamlı bir bakış açısını yakalayamazsa, gelecek rastgele seçimlerle belirlenmiş olacak.

 

İkinci Bölüm:  Baskı artıyor

 

Bilginin dışında, çoğu okul aynı zamanda önceden belirlenmiş becerileri çözmek üzere diferansiyel denklemler çözmeyi, C++ kod yazmayı, test tüpündeki kimyasalların tanımlanması veya Çince konuşmayı da öğretiyorlar. Dünyanın ve iş pazarının 2050 yılında neye benzeyeceği hakkında bir fikrimiz olmadığı için ne gibi becerilere ihtiyacımız olduğunu da bilemiyoruz. Çocuklarımıza C++ veya Çince öğretmek için çok çaba sarf edebiliriz fakat 2050 yılında Yapay Zeka’nın insanlardan çok daha iyi kodladığını veya  yeni bir Google Çeviriler uygulamasının  insanlara mükemmel bir şekilde birçok dilde muhabbet etme imkanı sağlayabildiğini keşfedebiliriz.

Yani ne öğretiyor olmalıyız? Birçok pedagoji uzmanı, okulların “Dört C’ye (the Four Cs)” geçmelerini tartışıyor – Kritik düşünce (critical thinking), İletişim (communication), İş birliği (collaboration), ve Yaratıcılık( creativity). Yani genel olarak, okullar teknik beceriler yerine genel hayat becerilerine odaklanmalıdırlar. En önemlisi, değişimle başa çıkabilmeyi, yeni şeyler öğrenmeyi ve yabancı durumlarda zihinsel dengeyi koruyabilmeyi öğrenmek gerek. 2050’de dünyaya ayak uydurabilmek için yeni fikirler veya ürünler yaratmak yerine kendinizi tekrar ve tekrar yaratmanız gerekecek.

Değişimin hızı arttıkça, sadece ekonomi değil, “insan olmak” tanımı da mutasyona uğrayacak. 1848’de Komünist Manifesto “Katı olan her şey buharlaşıyor” (all solid melts into air) şeklinde buyurdu. Fakat Marx ve Engels daha çok sosyal ve ekonomik yapıları düşünüyorlardı. 2048 olduğunda, fiziksel ve bilişsel yapılar da buharlaşacak yada bulut verilerine (cloud) dönüşecekler.

1848 yılında, milyonlarca insan köy çiftliklerindeki işlerini kaybediyorlardı ve büyük fabrikalarda çalışmak üzere büyük şehirlere gidiyorlardı. Fakat büyük şehirlere ulaşınca cinsiyetlerini veya altıncı hislerini değiştirmeleri mümkün değildi. Eğer tekstil fabrikasında bir iş bulabilirlerse iş hayatlarının sonuna kadar bu işte kalmayı bekliyorlardı.

2048’de insanlar sanal gerçekliğe doğru göç, cinsel kimliklerin değişken olabilirliği, bilgisayar implantları tarafından oluşturulan yeni duyusal deneyimler ile başa çıkmak zorunda kalabilirler. Eğer bu 3-boyutlu sanal gerçeklik oyunu işlev ve anlam bulabilirse, önümüzdeki on yıl içerisinde sadece belirli işler değil, ama artistik yaratıcılık gerektiren bütün işler Yapay Zeka tarafından devralınabilir. Yani 25 yaşında, online(çevrimiçi) bir ilişki uygulamasında kendinizi “25 yaşında, Londra’da yaşayan, moda dükkanında çalışan heteroseksüel bir kadın” olarak tanıtırsınız. 35 yaşında ise, “cinsel yönelimi belli olmayan ve yaş-değişimi uygulaması geçiren ve beynindeki neokortikal aktivitesinin çoğunu NewCosmos sanal dünyasında kullanan ve hayat misyonunun daha önce hiçbir moda tasarımcısının başarmamış olduğu şeyleri başarmak olan biri” olarak tanıtabilirsiniz. 45 yaşına geldiğinizde ise , hem ilişki için randevulaşmak hem de kendini tanımlamaya çalışmak demode olabilir. Siz sadece bir algoritmanın bütün bunları sizin için mükemmel eşi bulmasını beklersiniz. Moda tasarımı konusuna gelince ise, algoritmalar tarafından öyle bir dışlanmışızdır ki , bir önceki on yıla ait parlak başarılarınıza gururdan çok utanç içinde bakarsınız. Ve de siz 45 yaşındayken önünüzde hala on yıllarca sürecek radikal değişimler yatıyordur.

Çizim : Britt Spencer

 

Lütfen bu senaryoyu kelimesi kelimesine almayın. Kimse gelecekteki değişimi net bir şekilde tahmin edemez. Belirli herhangi bir senaryo gerçeklikten uzak olur. Eğer birisi size 21. Yüzyılın ortasında geleceği betimlerse ve bu size bilim kurgu gibi gelirse, büyük ihtimalle bu betimleme yanlıştır. Ama birisi size 21. Yüzyılın ortasında geleceği betimlerse ve bu size bilim kurgu gibi gelmezse, bu betimleme kesinlikle yanlıştır. Kesin olarak hiçbir şeyden emin olamayız, kesin olduğunu bildiğimiz tek şey değişimin kendisidir.

 

Böylesine derin bir değişim hayatın temel taşlarını dönüşüme uğratarak devamsızlığı en belirgin özellik yapabilir. Eski çağlardan beri kadar hayat birbirini tamamlayıcı iki parçadan oluşuyordu: öğrenme dönemi ve bu dönemi takip eden çalışma dönemi. Hayatın ilk kısmında insanlar bilgi edinmiş, beceri geliştirmiş, bir dünya görüşü ve sabit bir kişilik oluşturmuşlardır .15 yaşında gününüzün çoğunu ailenizin pirinç tarlasında geçirseniz bile yaptığınız en önemli şey öğrenmektir: pirinç nasıl yetiştirilir, büyük şehirli açgözlü pirinç tüccarlarıyla nasıl pazarlık yapılır, diğer köylülerle olan arazi ve su paylaşımı anlaşmazlıkları nasıl çözülür. Hayatın ikinci kısmında ise bu öğrendiklerinizle iş edinmeye, topluma katkıda bulunmaya ve hayatta kalmaya çalışırsınız. Tabii ki, 50 yaşında bile pirinçle, tüccarlarla ve anlaşmazlıklarla ilgili yeni şeyler öğrenmeye devam edersiniz ama bu yeni bilgiler iyi öğrenilmiş becerilere ince ayarlardır.

21.yüzyılın ortalarında, hızlanan değişim ve yaşama süresinin uzaması, bu geleneksel modeli geçersiz hale getirecektir. Hayat parçalara ayrılacaktır ve bu parçalar arasındaki devamlılık gittikçe azalacaktır. “Ben kimim?” sorusu öncelerinden daha acil ve karmaşık bir soru haline gelecektir.

Bu büyük ihtimalle çok yüksek seviyelerde strese sebep olacaktır. Değişim zaten neredeyse her zaman streslidir ve belli bir yaştan sonra insanlar değişimi sevmemeye başlarlar. Eğer 15 yaşındaysanız, bütün hayatınız değişimdir. Vücudunuz büyür, aklınız gelişir, ilişkileriniz derinleşir. Her şey bir akış halindedir ve her şey yenidir. Kendinizi yeniden yaratmakla meşgulsünüzdür. Çoğu ergen için bu durum korkutucudur ama aynı zamanda heyecan vericidir de. Önünüze yeni bakış açıları görünür ve  fethedecek koca bir dünya vardır. 50 yaşına geldiğinizde ise değişmek istemezsiniz, birçok insan dünyayı fethetmekten vaz geçer. İstikrarı daha çok tercih edersiniz. Becerileriniz, kariyeriniz, kişiliğiniz ve dünya görüşünüz üzerinde zaten çok uğraşmışsınızdır, tekrar başlamak istemezsiniz. Bir şey üzerinde ne kadar çok çalışırsanız, yeni bir şey için yer açmak ve eskisini bırakmak bir o kadar zor gelir. Yeni deneyimler ve küçük değişimler hoşunuza gidebilir fakat ellili yaşlardaki birçok insan derin kimlik ve kişilik yapılarını elden geçirmeye hazır değildir.

Bunun nörolojik sebepleri vardır. Yetişkin beyni sandığımızdan çok daha esnek ve ataktır fakat  yetişkin beyni ergen bir beyinden çok daha az şekillenebilir. Nöronların bağlantıları ve sinapsisleri tekrar bağlantılamak çok zordur. Ama 21. Yüzyılda bu değişmezlik bize fazlaya mal olabilir. Eğer değişmeyen bir kişilik, iş, veya dünya görüşüne takılı kalırsanız, dünya yanınızdan hızlıca akıp giderken siz geride kalmış olursunuz. Yaşam süresinin uzayacağını varsayarak, bu uzun yılları olaylardan habersiz bir fosil gibi yaşarsınız. Her şeyden önce sosyal bağlamda güncel kalabilmek için sürekli öğrenmeye ve kendinizi yeniden inşa etmeniz gerekir, özellikle 50 gibi genç bir yaşta.

Tuhaflık normalleştikçe, insanlığa dair eski deneyimleriniz de yeni deneyimleriniz de gittikçe daha az  güvenilir kaynaklar haline gelecekler. Bireysel olarak insanlar ve bir bütün olarak insanlık gittikçe süper-zekalı makineler, biyonik vücutlar gibi daha önce karşılaşılmamış şeylerle karşılaşmaya başlayacak ve her on yılda bir meslek değiştirmeye ihtiyaç duyacaklar. Daha önce hiç karşılaşılmamış olan bir durumla nasıl yüzleşilmelidir? Dağlar kadar bilgiyle karşılaştığınızda ve bu koca miktardaki bilgileri kavramanız ve analiz etmeniz kesinlikle mümkünsüz ise nasıl davranmalısınız? Derin belirsizliğin hayatın bir parçası haline geldiği bir dünyada nasıl yaşarsınız?

Böyle bir dünyada hayatta kalmak ve başarılı olmak için zihinsel olarak esnek olmaya ve duygusal denge rezervlerine ihtiyaç duyarsınız. Sürekli olarak en iyi bildiğiniz şeyleri salıvermeniz ve bilinmeyende kendinizi rahat hissetmeniz gerekir. Maalesef, çocuklara bu yetileri öğretmek denklemleri, fiziği veya Birinci Dünya Savaşı’nın sebeplerini öğretmekten daha zor. Dirençliliği kitap okuyarak yada ders dinleyerek öğrenemezsiniz. Öğretmenler de 21. Yüzyılın esneklik gerekliliğinden yoksunlar çünkü onlar da eski eğitim sisteminin üretimiler.

 

Endüstriyel devrim bize “üretim bandı” eğitim sistemini miras bıraktı. Şehrin ortasında birbirinin aynısı odalara bölünmüş olan, bu odaların içinde sıra sıra masalar ve sandalyeler olan koca beton bir bina. Zil sesiyle sizinle aynı yılda doğmuş olan diğer 30 çocukla birlikte bu odalardan birinin içine girilir. Saat başı bir yetişkin içeri girer ve konuşmaya başlar. Bu yetişkinlerin hepsi devlet tarafından maaş alır. İçlerinden bir tanesi size dünyanın şeklinden, başka bir tanesi insanlığın geçmişinden, başka bir tanesi de insan vücudundan bahseder. Bu eğitim sistemi her ne kadar geçmişte başarılı olmuş olsa da artık neredeyse herkes bu sistemin çökmüş olduğunda hemfikir ve henüz bu modelin yerini alabilecek ve hem Meksika taşrasında hem Kaliforniya sitelerinde işe yarayabilecek bir alternatifi yok.

 

Üçüncü bölüm: İnsanları hacklemek

Meksika’nın, Hindistan’ın veya Alabama’nın bir yerlerinde zamana uymayan bir okulda mahsur kalmış 15 yaşında bir çocuğa verebileceğim en iyi tavsiye yetişkinlere pek güvenmemek olurdu. Çoğu iyi niyetli, sadece dünyayı anlamıyorlar. Geçmişte yetişkinlere güvenmek akıllıca bir fikirdi, çünkü yetişkinler dünyayı iyi tanırlardı ve dünya yavaşça değişirdi. 21. Yüzyıl böyle değil. Değişimin hızı artmış olduğu için yetişkinlerin söyledikleri zamansız bilgelikler mi yoksa modası geçmiş yanılgılar mı artık söylemek çok zor.

Yetişkinlere güvenemezsek neye güveneceğiz? Teknolojiye mi? Bu daha da riskli bir seçim. Teknoloji size çok yardımcı olabilir ama eğer teknoloji hayatınızda gereğinden fazla güç kazanırsa sizi kendi planları çerçevesinde rehin alabilir. Bin yıl önce insanlar tarımı icat ettiler ama bu sadece küçük elit kitlenin hayatını zenginleştirdi ve çok büyük bir kitleyi ise köleleştirdi. Çoğu insan kendilerini gün doğumundan günbatımına kadar ot sökerken, su taşırken ve güneşin alnında mısır toplarken buldu. Bu size de olabilir.

Teknoloji kötü değil. Eğer hayattan ne istediğinizi biliyorsanız teknoloji size bunu elde etmenizde yardımcı olabilir. Ama hayattan ne istediğinizi bilmiyorsanız  teknoloji sizin yerinize sizin hedeflerinizi şekillendirebilir ve hayatınızın kontrolünü ele alacaktır. Özellikle teknoloji insanları anlamakta daha iyi hale geldikçe onun size değil de sizin ona hizmet ettiğiniz hissine kapılabilirsiniz. Etrafta suratları akıllı telefonlarına uhulanmış gibi gezen zombileri gördünüz mü? Sizce onlar mı teknolojiyi kontrol ediyor yoksa teknoloji mi onları kontrol ediyor?

O zaman kendinize mi güvenmelisiniz? Bu Susam Sokağı veya eskiden çekilmiş bir Disney filmi için iyi bir fikir olabilirdi ama gerçek hayatta bu kadar iyi işlemez. Disney bile bunun farkına varmaya başladı. Tıpkı “Inside Out” filmindeki Riley Andersen  karakteri gibi çoğu insan kendilerini pek tanımıyorlar ama kendilerini dinleyeme çalışırlarsa da diğer insanların manipülasyonlarına kanıyorlar. Kafamızın içindeki sesler hiç bir zaman güvenilir değiller çünkü devlet propagandalarını, ideolojik beyin yıkamalarını ve reklamları yansıtırlar.

Biyoteknoloji ve makinelerden öğrenme ilerledikçe, başkalarının duygularını ve arzularını kontrol etmek kolaylaşacak ve sadece kalbinizin sesini dinlemek her zaman olduğundan daha da tehlikeli bir hale gelecek. Coca-Cola, Amazon, Baidu veya devlet beyninizin ve kalbinizin iplerini elinde tutmayı bilirken, yine de kendiliğiniz ve  şirketlerin pazarlama stratejileri arasında bir fark olduğunu söyleyebilir misiniz?

Bu kadar yıldırıcı bir görevde başarılı olabilmek için kendi işletim sisteminizi iyi tanımak üzere çok çalışmalısınız. Ne olduğunuzu bilmek için ne istediğinizi bilmeniz gerekir. Tabii ki, kendini bilmek en eski tavsiyedir. Binlerce yıl boyunca filozoflar ve peygamberler insanları kendilerini bilmeye teşvik etmişlerdir. Bu tavsiye hiç bir zaman 21. yüzyılda olduğu kadar acil olmamıştı çünkü Laozi veya Socrates günlerinin aksine şu an çok ciddi bir yarışın içindeyiz. Coca-Cola, Amazon, Baidu ve devlet hep bir taraftan sizi hacklemek için yarışıyorlar. Telefonunuzu, bilgisayarınızı, banka hesabınızı değil, sizi hacklemeye çalışıyorlar, sizin organik işletme sisteminizi. Bilgisayar hackleme çağında olduğumuzu duymuşsunuzdur, bu tam olarak gerçek değil. Aslında, insanları hackleme çağındayız.

Çizim: Britt Spencer

Algoritmalar şu an sizi izliyor. Nereye gittiğinizi, ne aldığınızı, kiminle buluştuğunuzu izliyorlar. Yakında her adımınızı, her nefesini, her kalp atışınızı izlemeye başlayacaklar. Sizin hakkınızda daha çok şey bilmek için Big Data ve bilgisayarlardan destek alıyorlar ve bu algoritmalar sizi kendinizden daha iyi tanıyorlar. Sizi kontrol edip manipüle edebilirler ve siz bunun hakkında pek bir şey yapamazsınız. Matrix içinde yaşarsınız yada The Truman Show’da. Sonuç olarak, eğer algoritmalar gerçekten sizi kendinizden daha çok anlarlarsa, otorite onların eline geçecek.

Tabii ki, siz tüm hakimiyetin algoritmalara devretmekten ve sizin ve tüm dünyanın yerine kararları onların vermesinden memnun olabilirsiniz. Eğer öyleyse sadece rahatlayın ve yolculuğun keyfini çıkarın. Hiçbir şey yapmanız gerekmez. Algoritmalar her şeyi sizin için hallederler. Eğer olur da birazcık kontrol sahibi olmak isterseniz, algoritmalardan daha hızlı koşmalısınız. Amazon’dan ve devletten önce kendinizi tanımalısınız. Hızlı koşabilmek içinse, yanınıza fazla bavul almamalısınız. Bütün yanılsamaları geride bırakmalısınız çünkü yanılsamalar çok ağırdır.

Asıl metin:

https://www.wired.co.uk/article/yuval-noah-harari-extract-21-lessons-for-the-21st-century