Hepimiz çocuğumuz doğmadan once onunla ilgili güzel hayaller kurarız. İçimizden Allahla pazarlık bile ederiz;  “huyu halasına değil de  teyzesine benzer inşallah ama boyu da babasına benzese iyi olur” gibi dileklerde bulunuruz gizliden gizliye. Bir yandan; “Eli ayağı sağlam olsun, sağlıklı olsun yeter, başka bir şeyin önemi yok.” desek de; içimizden arzularımızı sıralarız. Doğduktan sonra da ya bizim kadar sportif olmasını ister, onu spor yapmaya zorlarız ya da hiç bir enstruman çalamadığımıza üzüldüğümüz için ona zorla gitar dersi aldırabiliriz. Yani çocuğumuzun kendimizden çok da uzağa düşmemesi için gayret edip dururuz.

Ama ya hayallerinizin hiç biri gerçekleşmezse; Paris bileti almışken kendinizi bir anda Mogadişu’da buluverirseniz ne yaparsınız?

“Yanlışlıkla Dünyanın Öbür Ucuna Uçan Çocuk” işte bu mesele üzerine yazılmış bir kara komedi. Ebeveyn beklentileri ve bu beklentilerin tamamen dışında, sıradışı bir çocuğun gerçeküstü macerası…

Brocket ailesi son derece normal bir ailedir. Anne ve babanın en tahammül edemedikleri şey kendilerinden farklı insanlardır. Farklı olmamak için ellerinden ne geliyorsa yaparlar. Normal bir mahalledeki normal bir evde, normal bir yaşam sürerler. İki çocukları da kendileri gibi normaldir. Ta ki Barnaby doğana kadar.

Ailenin ilk çocuğu bir pazartesi sabahı saat dokuzda, ikincisi ise salı günü doğmuştur. Oysa Barnaby’nin bir cuma, gece yarısında doğması bile daha en baştan Brocket çifti için kötüye işarettir. Zaten kötüye işaretin arkası da hemen gelir Barnaby’nin doğumunu yaptıran doktor “Daha önce böyle bir şey görmemiştim,” der. Bu anormal tepki karşısında yerinden doğrulan anne bebeği görmek ister. Bebek ortada yoktur!

“İyi ama bebek nerede?” diye sordu, onu ne doktorun kucağında ne de yatak ucunda göremeyince. Işte tam o sırada doktor ve hemşirenin kendisine değil, ağızları açık kalmış bir hâlde, tavana baktıklarını fark etti. Tam tepelerinde, tavan karolarına yapışmış bir hâlde yeni doğmuş bir bebek; yani onun bebeği duruyor, yüzünde küstahça bir gülümsemeyle onlara bakıyordu.

“Oğlunuz orada,” dedi Doktor Snow büyük bir şaşkınlıkla. Bu doğruydu, bebek gerçekten de oradaydı. Bugüne dek güney yarı kürede yaşamış en normal ailenin üçüncü çocuğu olan Barnaby Brocket, daha şimdiden hiç de normal bir çocuk olmadığını kanıtlamak istercesine, doğanın en temel kurallarından birine uymayı reddediyordu.

Yer çekimi yasasına karşı geliyordu Barnaby.

Normal Brocket Ailesi, Barnaby’nin anormalliğini saklayarak yaşamak zorundadır artık. Barnaby biraz daha büyüdüğünde uçup gitmesin diye belinden bir tasmayla bağlanarak gezdirilmeye başlar. Sonra okul çağı gelir ve onu Graveling İstenmeyen Çocuklar Akademisi’ne gönderirler. Okul her ne kadar korkunç bir yer olsa da, Barnaby orada hayatının en güzel günlerini geçirir. Çünkü orada hayattaki ilk arkadaşıyla, ellerinin yerinden kancalar olan Liam ile tanışır.

Zaman ilerler. Barnaby uçmasın diye bulunduğu sıraya ya da kanepeye iple bağlanmak yerine, annesinin ona armağan ettiği, içi kum torbası dolu çantayla gezmeye başlar.

Günler, aylar, yıllar geçer, anne ve babada bir tedirginlik başlamıştır. Barnaby ne olduğunu anlayamaz. Bir gün annesi onu yürüyüşe çıkarır ve  okyanusun kıyısında, annesi onunsırt çantasının iplerini keser ve onu gökyüzüne salar. İşte yanlışlıkla dünyanın öbür ucuna uçan çocuğun öyküsü böyle başlar.

Böylece Barnaby hayal edemeyeceğiniz kadar çok yer dolaşır. Nereye giderse gitsin, tek amacı vardır: Eve dönebilmek.

Kitabın içinde dünya ile ilgili pekçok bilgiye sahip oluyorsunuz ve çok karakterle karşılaşıyorsunuz. Barnaby, yol boyunca hep kendisi gibi, ailesi tarafından farklıkları yüzünden reddedilmiş insanlarla karşılaşır. Barnaby, onların hikayelerini dinler ve  zekası sayesinde onları mutlu edecek çözümler bulmaya çalışır. Çözüm bulamadığı tek şey tekrar kendi evine dönmenin yoludur.

Bu yoldaki kendine güvenli ve pozitif tutumu konunun ağırlığını hissetmememiz için bize yardımcı oluyor gibidir adeta. Sonunda ….. Barnaby evine döner ama kendisini özel kılan hallerinden vazgeçer mi okuyunca göreceksiniz.